Abstract
İbn Sînâ sonrası İslam felsefe geleneğini meşgul eden en canlı tartışmalardan biri mahiyetlerin dışta nasıl bulunduğu ve onlara dair tümel bilgimiz ile haricî varlık arasındaki mutabakat ilişkisinin nasıl kurulacağıyla ilgilidir. Özellikle Fahreddin er-Râzî’nin İbn Sînâcı zihnî temsil anlayışına yönelttiği ve akıldaki suretlerin dıştaki mücerred tabiatları yansıtmadığını öne süren eleştiri neticesinde, temsil teorisini sürdürmeyi amaçlayan düşünürler İbn Sînâ’nın metafiziksel gerçekçiliğinden uzaklaşan yeni bir tutum geliştirmişlerdir. Bu tutum etrafında onlar tikel cevherlerin duyulur yüzü altında, duyulur olmayan ve aynı türe ait tikel cevherlerin tümünde ortak olan bir tabiatın mevcut olduğu anlayışını terk ederek dış varlıkta yalnızca tikel cevherlerin bulunduğunu savunmaya başlamışlardır. İbn Sînâ’nın dışta tikellerin parçası olarak mevcut olduğunu söylediği doğal tümelin haricî varlığını reddetme anlamına gelen bu yaklaşıma ilaveten onlar, tümel tabiatların dışta değil yalnızca zihinde bulunduğunu öne sürmüştür. Tümel tabiatların zihinde ortaya çıkışını tikeller ve onların duyulur özellikleri arasındaki bir mukayese ertesinde meydana gelen aklî suret üzerindeki zihinsel işlemlerle açıklayan bu tutum, zihin ve dış arasındaki mutabakatı da aklî suret ile hariçteki suret arasındaki mutabakat ilişkisinden çıkartarak yeni bir yoruma tâbi tutmuştur. Tabiatların haricî varlığını reddederek İbn Sînâ’nın metafiziksel gerçekliğinin ontolojik yönünü, tabiat denildiğinde aslında tikellerin kastedildiğini öne sürerek semantik yönünü, bildiğimiz şeylerin dıştaki bu tabiat değil tikeller arasındaki ortak özellikler olduğunu ve tümel tabiatların yalnızca zihinde bulunduğunu savunarak da epistemolojik yönünü budayan bu yeni tutum, metafizik gerçekçiliğin hârice bakan kısmını zayıflatıp zihne bakan kısmını güçlendirdiği için zihinselci eğilim olarak adlandırılmıştır. Bu makalede Nasîruddin et-Tûsî ile başlayıp Kutbüddin er-Râzî ile zirvesine çıkan zihinselci eğilimin on beşinci yüzyılda Ali Kuşçu tarafından nasıl sürdürüldüğü gösterilecek, söz konusu eğilimin bir İbn Sînâ yorumu olmaktan uzaklaşarak nasıl bağımsız yeni bir felsefî tutuma evrildiği tartışılacaktır.